kitap eleştirisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kitap eleştirisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Stephenie Meyer dalgası ve Kültürel Değer Birikimi: Alcakaranlık, Yeni Ay ve Ataerkil Yansımalar


Popüler kültür ürünü ne demek? Daha doğrusu kültürel bir ürün nasıl popüler olur? Bu soruya çok cevap verilebilinir, ama benim cevabım daha çok toplumsal miras ile ilintili. Bence herhangi bir kitap, film tablo vs. popüler oluyorsa, bu o “şeyin” içerisinde, popüler olduğu çevrenin kültürel ve sembolik birikiminden epey fazla şey ihtiva ettiğini gösterir . Peki ürün kendi başına ne ihtiva eder? Ürünün içerisi ve dışarısı nedir?

Mutluluk Diye Önyargıları Pişirmek


Bazı yazarlar vardır, görüşleri için okursunuz. Aradığınız edebi zevk değil, ortaya konacak farklı görüşlerdir. Bazı yazarları ise gerçekten zevk alarak okursunuz, bu durumda işlenen konu, yazarın kimliği, karakterler vs. çok da mühim olmaz. Açıkçası Zülfü Livaneli’nin “Mutluluk” adlı kitabını elime ilk aldığımda, beklentilerimde kararsızdım. İyi şarkıları var diye edebiyatı da iyi olacak değildi, ama görüşlerindeki sağlamlığın keskin bir sağduyuyla işleyeceği konuyu pek çok farklı noktadan irdelemesine olanak sağlayacağını sezmiştim. Sanırım yanılmışım.

Bin Muhteşem Güneş


Hem sıkmayan hem de edebi açıdan doyuran çağdaş yazar bulmak epey zor bugünlerde.  ile tanışmak bu yönden büyük bir zevk oldu benim için. Afganistan gibi epey uzak ve her yönüyle mistik bir ülkede kökBin Muhteşem Güneş salmış, Amerika Birleşik Devletler’inde serpilmiş bir yazar Khaled. Yazdıklarıyla biz uzak insanları, kendi ülkesinde bir geziye götürüyor; Afgan modern tarihini verirken, ülkesindeki bireyin halini tasvir ediyor. Henüz diğer kitabını okumadım (Kite Runner / Uçurtma Avcısı), ancak bu kitaptan referans vererek söyleyebilirim ki çağdaş klasiklere girmeye adım adım yaklaşıyor.
 adlı kitabında Meryem ve Leyla adında iki kadının yaşamını odak alarak, Afganistan’ın nerden nereye gittiğini bize iyi tasarlanmış bir kurguyla aktarıyor. Meryem gayrı meşru doğan bir “harami”, yani haramdan olma; Leyla ise modern bir babanın modern bir eğitimle büyütmeye çalıştığı eğitimli kızı. Koşullar bu iki kadını bir araya getiriyor ve özgürlükleri için beraber savaşmalarına olanak sağlıyor.  boyunca Afganistan şah devrimini, Sovyetlerin gelişini, Sovyetlere karşı başlayan cihadı ve sonrasında gelen iç savaşı adım adım biz de öğreniyoruz. Biraz lümpenlikten olsa gerek, oryantalist bakış açısından kurtulamayan yazar, kitabın sonuna doğru Amerikan işgalini –belkide istemeyerek– meşrulaştırıyor ve bizi de buna ikna ediyor. Ama buna gelmeden önce “ hikayesinin”  bir yazar tarafından aktarılması konusuna değinmek istiyorum.
Bir yazar için şüphesiz ki en zor şeylerden biri “kendinden olmayanı” kendinden bağımsız olarak bir bütünlük içerisinde karaktere oturtmak ve o Kadın İmgesikaraktere canlılık vermektir. Kimi yazarlar, kimi alanlarda şaşırtıcı bir ustalık sergileyebiliyorlar, kimileri ise belkide beceremeyecekleri korkusuyla, bu işe hiç bulaşmıyor. Khaled elini taşın altına koymuş ve kendini Afganistan’da yaşayan bir kadının yerine koyarak, o kadının gözünden öyküyü kotarmaya çalışmış. Kimi noktalarda başarılı olsa da, kitap boyunca “kadını” dışarıdan gören gözlerce yarattığını saklayamıyor. Bir anlamda Nabokov’un yaptığı büyüyü yapamıyor. Bu dışarıdan görme işine, bir de Batı’nın üçüncü dünya ülkelerini görme biçimi eklenince, feodal-islami yaşam tarzını bilen okuyucu rahatsız oluyor. Çünkü gerçek hiç de böyle anlatıldığı gibi değil! Olaylar yaşanma olasılığı yüksek vakalar da olsa, bu olayların vuku bulma şekli ve bu olaylardan çıkan anlamlar / hisler / duygular çok farklı. Bu nedenledir ki Afganistan’da bir iç savaşı bitiren, dehşetengiz kıyımlar yapan ’a rağmen Amerika’nın müdahelesinin meşruluğu inandırıcı gelmiyor.
Kitaptaki erkek karakterlerin söylemleri ve bu söylemlerin etkileri epey inandırıcı olsa da kadınların söylemleri sanki biraz da “herhalde böyledir” veya “böyle olması gerekir” hissini uyandırıyor. Elbette Afganistan’da hiç yaşamamış ben, bir erkek olarak, Meryem ve Leyla karakterlerinin gerçekçiliğini tartışamam. Ancak sorun Khaled’in kadınları aynen benim gibi tasvir etmesinden kaynaklanıyor. Ve biliyorum ki her ne kadar ben, feodal toplumdaki kadını öyle görsem de (veya görmek istesem de) o kadının hisleri / yaşadıkları / düşünceleri / benim düşündüklerimin çok ötesinde ve çok daha farklı. Örneğin Leyla’nın kız arkadaşları ile kurduğu dostlukları biraz da küçümseyerek, yavan bir şekilde tarif eden yazar, erkeklerin dostluklarını bir güneşe benzetiyor ve şöyle devam ediyor:

“Erkekler için dostluk güneş gibidir, varlığı ve önemi tartışılmaz, ama yokmuşçasına davranılınır. Övmeye veya yüceleştirmeye gerek duyulmaz, ama yüce olduğu bilinir.”
Açıkçası bu yaklaşım bana epey cinsiyetçi gelmişti. İlerleyen sayfalarda ise kadın, erkek karşısında güçsüz ve katiyen hiçbir söz hakkı bulunmayan olarak tarif ediliyor, ancak kitabın başlarında Meryem’in babası yasal karılarının baskısıyla kendi özkızını reddediyor ve onun mutluluğunu hiçe sayarak zorla evlendirilmesine karşı çıkamıyor. Bir yandan Meryem’in sert kocası Raşit (ki saygınlık ve konum açısından Meryem’in babasının epey aşağısında), diğer yandan dört karısının dırdırına yenik düşen Meryem’in babası Celil. Hangi erkek karakterine / daha doğrusu kadın karakterine inanacağız? Kocasına hiçbir şey yaptıramayan Meryem’e mi, yoksa kendi öz kızını dahi reddetmesini sağlayabilen Celil’in kadınlarına mı? Meryem üvey annelerine kıyasla zayıf karakterli olabilir, peki ya Leyla?
Hasılı şu söylenebilinir ki kitaptaki ana karakterler yazarın kafasındaki “kadın tiplemelerine” boyun eğmiş durumda. Bu konuda,  çok daha başarılıdır. Kadınların umutlarını, kırgınlıklarını, düşüncelerini ve düşleriniAfgan Kızı çok daha başarılı bir biçimde yansıtır ve birden fazla kadın karaktere kendinden bağımsız olarak can verebilir.
Bu ayrıntıları görmezden gelirsek, Bin Muhteşem Güneş, oryantalist bakış açısına rağmen, üçüncü dünya ülkelerindeki kadınları anlatamasa da o kadınların neler yaşadıklarını biz rahat koltuklarında yaşayıp gidenlere başarılı bir biçimde anlatıyor, bir anlamda içimizde Afganistan kadınına bir duyarlılık sağlıyor. Khaled sayesinde Steve McCurry’nin Afgan Kızının olası yaşamına dalıp çıkıyor; onu fotoğraf olmaktan çıkarıp yaşayan, eti canı olan, gerçek bir insan olarak düşleyebiliyoruz.
Yazan: 

Kitaplarla Fotoğraf Çekmeyi Öğrenmek

Hiçir sanat dalını kitaptan(veya üniversiteden) öğrenemeyiz elbet. Tarihini, yorumunu, eleştirisini okuyabiliriz, ancak o dalda üretmek çok daha farklı şeyler gerektiriyor. Fotoğrafçılığı da kitaptan öğrenmeye kalkışmak bu açıdan garip gelebilir. Her şeyden öte sanat, özellikle fotoğraf sanatı, tekniğin kullanımıyla ve bıkıp usanmadan çalışmayla mükemmele varır. Ancak ustalara yılların verdiği birikimi okumak ve Amerikayı yeniden keşfetmeye uğraşmadan Amerika’nın kendisine kısa yoldan varmak, yapmak istenileni daha kısa zamanda yapmamıza olanak kılabilir.

Yazının Devamı...

Sanatın Öyküsü

” ‘Sanat’ diye bir şey yoktur aslında. Yalnızca sanatçılar vardır.”

Böyle başlar Gombrich Amca ünlü “Sanatın Öyküsü” (1) kitabına. Aslında “dede” desek daha doğru. Tüm kitap boyunca süren mütevazı, ama bir o kadar da yoğun olduğunu hissettiren samimi üslup, yazara “dede” dememizi haklı çıkarıyor. Başlangıç cümlesindeki gibi “kesin yargı” barındıran cümleler hemen hemen hiç yok 688 sayfada ya da okuyucu hissetmiyor. Eserin en büyük özelliği 1950’de basılmış olmasına rağmen, 1997’ye değin güncellenmiş olması ve neredeyse bir asır boyunca yenilenmesi ki bu asır modernizmden post-modernizme geçişi barındırır ve öyle bir asırdır ki “değişim” ana temadır. Sanat artık “dezenformasyon”un dibine varıldığı bir ortamın eşiğinde, eleştirinin korkaklık derecesine yükseldiği garip bir dönemde vuku bulmaya başlar son yüzyılda. Bir yandan eski sevgilim gibi, Picasso’nun ideal çizmeyi başaramadığından ötürü kübist saçmalıklara soyunduğunu düşünen sözde sanatbilenler ile her gördüğü saçmalığı “Sanat” diye damgalayan sanatbilmişlerin; diğer yandan sanatı hala ideolojik formlardan ayıramayan antika eleştirmenler ile “bana hoş gelen her şey benim için sanattır” söylemlerinde dolaşan popüler kültürden sıyrılamamış kitlenin sardığı bir çağda, kapitalist bir ilişki içerisinde var olmaya çalışan sanatı, tüm eksenlerden koparıp sanatçının kendisine yönelmemize çabalar Gombrich dedemiz. Amacı bizi büyük bir sanat bilgini yapmak değil, sanattan daha çok zevk almamızı sağlamaktır. Mona Lisa’yı popülerliğinden dolayı değil, barındırdığı dehayı görerek sevmemizi ister. İlkel kabilelerin bize bıraktığı tahta oymaların komplike olmadıkları için üstünlüklerini kaybetmeyeceklerini, tam tersine birçok yönden kimi rönesans ürününe kafa tutabileceklerini görmemizdir dileği. Bir binaya baktığımızda “gotik” veya “barok” olduğunu tahmin etmeye çalışarak sanat züppeliğine düşmemizi engelleyip, o binanın kendisindeki ayrıntıları fark etmemizi sağlar. Gombrich tüm bu yönleriyle “bilgelikle” dolu bir beyinden, basit cümlelerle bilgeliğini paylaşan ve “büyük S ile başlayan sanatı” değil de “sanatçıların günümüze taşıdığı sanatı” ayaklarımıza getiren belkide en nadide sanat tarihçisidir. Ölene kadar da bu özelliğini sürdürür.

Ben bu kitabı Yunanlıların “idealleştirme” tutkularını geviş getirircesine dile getiren yazılara güvenmezliğimden ötürü okumaya başladım. Tabii anlayamadığım “sanatçılar arasında kurulan üstünlük” meselesi de vardı. Kendi kendime sorduğum sorular şunlardı: Hiç kimse çağını aşamıyorsa ve her çağ bir öncekinin üzerinde diyalektik ve nedensellik bağlamlarıyla filizleniyorsa, bu “idealleştirme” felsefesi de nerden geldi? Bir ikinci sorum ise neyin örneğin Da Vinci’yi, benim kapı komşum yusuftan üstün kıldığıydı? Bu sorular size çok gereksiz ve hatta aptalca gelebilir, ama şunu söyleyebilirim ki Gombrich’den önce bu sorulara akla yakın bir açıklama getirebilen bir kitap görmedim. Diyebilirsiniz ki “işin gücün yok mu kardeşim, kafayı buna mı taktın?” Valla öyle.. Bir ara işim gücüm yoktu ve kafayı işim gücüm olmamasına değil, buna taktıydım.

Öncelikle belirtmek gerek, kitabın daha başlarında sanatın hiçbir dönemde doğayı birebir resmetmek olmadığını kavramaya başlıyor okuyucu. Eski Yunanlı sanatçıların dahi derdi, doğayı birebir yansıtmak değil, günün koşullarına göre oluşan “ifade etme” ihtiyacını karşılamakmış. Bu ifade ediş tarzını, sanatçı, süreklilik içerisinde geliştiriyor ve günün beğenisine göre üretiyor. Günün beğenisini karşılayamayan “eser ya gelecek nesile kalmıyor, kalsa da ancak gelecek nesiller tarafından “sanat” diye ilan ediliyor. Diğer yandan sanatın üretimini sürdürdüğü yerin refahı arttıkça, eserler de o oranla şatafatlaşıyor, süsleniyor. En basit örnek olarak arkaik dönem Yunan ile klasik sonrası Yunan eserleri arasındaki “işlemecilikteki ayrıntıların” artışı verilebilir (bkz. Resim 1 ve 2).

Resim 1. Yunan Arkaik - Resim 2. Yunan Klasik

Aynı ilişki gotik öncesi kiliseler ile gotik dönemi katedraller ve barok dönemler arasında da kurulabilir. Burdaki mesele Sanat Eserini ayrıntılardaki fazlalıklar ile değerlendirmeyip, günün içerisinde saklı ifadeleri ne kadar iyi yansıttığına bakmaktır. Yukarıdaki örnekte, biriniz arkaik dönem kirişini seversiniz, diğeriniz klasik dönem işçiliğini. Önemli olan hem arkaikteki sadeliğin güzelliğini algılamanız, hem de klasikteki işçiliğin içinde kaybolabilmeniz. Birini diğerinden (kişisel olarak üstün tutmaktan bahsetmiyorum) üstün tutmadan her ikisindeki sanattan da zevk alabilmeniz.

Sayfalar ilerledikçe sanatsal faaliyetteki teknik gelişmeyi de fark ediyor ve bu gelişimin toplumun isteklerine göre olduğunu anlıyorsunuz. Kimimiz Mısırlı sanatçıların “perspektif” bilmediğini ve hatta birçok nesneyi göründükleri gibi çizemediklerini farz ederiz. Halbuki eski Mısır’da neyin ne şekilde çizileceği katı kurallara bağlanmış, bu nedenle sanatçı kendinden istenileni en iyi şekilde denilen gibi yapmak zorundaymış. Mahareti bu kuralları en iyi şekilde uygulamanın yanında işin içine üslubunu katması ve ancak sanatçının verebileceği ahengi esere katmakta yatıyor. Nasıl ki Rönesansta sanatçıya belirli konular veriliyorsa (aynen ilkokuldaki resim derslerinde bize verilen konular gibi), Mısır’da da belirli kurallar veriliyordu. Bu nedenle baş yan iken, gözler önden çizilir, beden önden görünürken bacaklar ve ayaklar yandan verilir vs.

Bu ve buna benzer birçok örnekle beraber Sanatın Öyküsü devam eder günümüze dek. Çok iyi seçilmiş görsel materyal de öğrenme serüvenimize yardım eder. Kitap bittiğinde, kitaptaki hiçbir ayrıntıyı hatırlayamadığınız için endişelenmeyin. Mühim olan size bıraktıkları olacaktır. Artık günlük gazetenizi okurken fotoğrafların yerleştirilmesinde kompozisyon arıyor, renklerindeki uyumsuzluğu fark ediyor, odanızı dahi bir sanat eseri olarak düşünüyor olacaksınız. Çünkü sanat tarihinin iktidar söylemleri ile bu söylemlerin altında ezilen sanatçının bulduğu en ufak özgürlükten çıkardığı harikalara şahit olmuş olacaksınız. Picasso’yu belki daha iyi anlayacak, Van Gogh’u daha bir seveceksiniz. Sevmediğiniz (ve aslında anlamadığınız) sanatçılara saygı duymayı öğrenecek ve sanatın sadece sergi ve müzelerde olmadığını, günlük yaşayışımızın her alanında bulunduğunu tam anlamıyla idrak etmiş bulunacaksınız. Her şeyden öte bu kitap bittiğinde karşınızdaki insana, hayvana, eşyaya daha dikkatli bakacaksınız ve belkide yaşama aşık olacaksınız.

Cümlelerimin sonuna gelirken, yazıyı baştan okudum da bu kitabı bana okutturan soruların cevaplarını yazmamışım. Oysaki yazının o cevaplar üzerine kurulacağını hesaplamıştım. Ne diyelim? Evdeki hesap çarşıya uymuyor. Kitabı okuyup kendi sorularınızın cevaplarını bulmak da size kalıyor

Mithat Cemal Kuntay ile Cinsiyetçilikte Yolculuk


 Abdülhamit’in istibdat döneminde başlar ve Ankara Hükümeti’nin kurulduğu yıllarda son bulur. Romanın başkahramanı Adnan’dır. Romanın kapsadığı, Adnan’ın yaşamından da çıkarılabilecek olan 30-40 yıllık bir süreçtir. Eserin başında 20’li yaşlarda olan Adnan, romanın sonunda 50’li yaşlarında ölür. Romanda İstanbul’un üç dönemi (Abdülhamit dönemi İstanbul, İttihat ve Terakki dönemi İstanbul ve milli mücadeleyle önemini kaybeden İstanbul) anlatılır. Bu dönemler Adnan’ın yaşamındaki üç dönemi de kapsar; fakir ve idealist Adnan, zengin ve “önemli” Adnan, hasta ve bedbaht Adnan.” (1)
Yukarıdaki “klişe” tanıtım cümleleriyle devam etmek isterdim. Ancak kusura bakmayın benim derdim başka. Benim derdim uzun zamandır hiçbir kitapta bulamadığım dil zenginliği lezzetini bu kitapta bulmama rağmen, balık yerken damağa takılan kılçık gibi romanın tümünü kapsayan “klasik  anlatısı” vakasını da bu kitapta hissetmemdi (2). oldukça uzun; bu nedenle uzun süre fark edemedim kılçığın tam olarak ne olduğunu. Buldum ve sizinle paylaşayım dedim. Bu kılçık kitabın tümünü sarmış olan geleneksel öykü kurgusundan kaynaklanmaktaymış. Serzenişlere geçmeden, önce her yazının başında söylediğim gibi, tekrardan belirtmeliyim; yazarı tenkit etmek benim haddim değil. Ben sadece eserden bana kalanları aktaracağım..
Meraklar içerisindeyim, aşk neden “kaçan”a kaçar diye bir algılayış var? Elif Şafak’ın Aşk’ından tutun, Ahmet Altan’ın İsyan Günlerinde Aşk’ına; Jean Genet’nin  seviciliğinden, Marquise de Sade’ın sapkınlığına “Aşk” her ne olarak tanımlanırsa tanımlansın, hep ulaşılmayana, hep kaçana kaçıyor. Kim ki kendini gizliyor, aşık olunuyor; kim ki samimi bir biçimde aşkını ilan ediyor, var olan aşk sönüyor (kahramanımız Adnan da aşk ilanını duyduktan sonra Süheyla’ya olan ilgisini kaybediyor, kendisine hiç bakmayan Belkıs’aKöşede... aşık oluyor). Hadi bu kadarı belki anlaşılır da ilahi adalet denen semavi dinlerin Allah’ından beslenen rahatlatıcı düşüncenin, gözü kör olan Eros’un oklarına galip gelmesi de nedir? Bu tür kitapların başlıca kurgusunda insanı bezdiren şeyler, “yüzüne bakılmayan kızın eline düşmek” ve “aşık olunan kızın hayırlı çıkmaması” gibi durumlar sürekli karşımıza çıkar. En sıkıcı taraf ise erkek karakterlerin olabildiğince farklılaşması, ancak kadınların birkaç temel tiplemeye sıkıştırılmasıdır.
Diyebilirsiniz ki tüm bunların pek bir değeri yok. Yazar kitabında aşkı sadece sürükleyiciliği sağlamak için kullanmış (ki bunu derseniz kalbimi kırarsınız, hangi yazar aşkı bu denli yüzeysel kullanma cüretini gösterebilir?). Halbuki yazarın esas gayesi memleketin nerden gelip nereye gittiğini anlatmakmış. Bence yazarın ne anlattığı bizi ilgilendirmez. Elimizde olan bize bıraktığı eser. Bu eser okullarda okutuluyor. Kafamıza işleniyor. Kullandığımız dilin temelini oluşturuyor. Ve biz bu eserde “aşık olunmak” için kaçmamız gerektiğini, aşık olsak da aşık olmadığımız birinden hayır göreceğimizi ve bunun dünyanın bir gerçeği olduğunu öğreniyoruz. Üzerine bir de kadın denilen mahlukatın ya “para ve gösteriş düşkünü” bir kayıp, ya “cinselliğe kurban gitmiş” bir afişte, ya da “ince ruhlu bir melek” olduğu safsatasını çok iyi bir retorikle dinliyor ve dünyamızı karartıyoruz.
Belkide bu “olgulara dayanmayan” erkek-kadın ilişkileri genellemelerinden olsa gerek, bu tür edebiyatın bir diğer ortak özelliği “yalnız erkek” kurgusudur. Hemen hepsinde dünyanın kötülükleri karşısında yapayalnız olan ve hayallerini bir kenara koyup ayakları üzerinde durmakla, hayallerinin peşinde koşmak ikilemine düşen; hiçbir kıza aşık olmayan çapkın, ama aşık oldu da mı onu elde edemeyen bahtsız; sonuçta tüm ideallerini yitiren ama ilkelerinden ödün vermemiş garip bir erkek mahlukat kahraman düşüverir kucağımıza. Modern öncesi bu tiplerin hepsi daha güçlüydü, modernizm sırasında güçsüz kılındılar, modern sonrasında da içleri boşaltıldı. Issız adam oluverdiler. Modern öncesi mutlu sonla biterdi hikayeleri, modern devirlerde (Adnan gibi) yarı iyi sonlandı (mutsuz ve bahtsız bir biçimde ezik), modern sonrasında ise iyice yalnız ve boş bitmeye başladı. Ama bu zavallı erkeklerimiz hep tek başınaydılar, hep yalnızdılar.
Yalnız AdamGerçekten de bu kadar yalnız mıdır erkekler? ’ın yarattığı dünyadaki gibi, hep dedikoduya, kıskançlığa ve hırsa karşı savunmasız kalan ve bunlarla baş ederek ömürlerini törpüleyen şanssız bedeviler midir? Yoksa özgürlüklerinin değerini bilmeyen, yaşamın girintili yollarında yanlış kararlar veren ve güçlü olmaları gerektiğini zannederek boş amaçlar için uğraşan insanlar mı? Bunların cevabı bende değil ama tek bildiğim böylesi bir  “adam” öldürür.

Kitabın arkasında “Türk romanının yapıtaşlarından” diye söz ediliyor “” için. Diliyle, kurgusuyla ve anlattığı siyasi alt öyküsüyle gerçekten de böylesi takdire şayan bir kitap. Dilerdim ki yazar erkeği biraz daha normal, kadını da biraz daha insan olarak anlatabilseydi. Nitekim yazar (veya sanatçı) olmak, kalıpların biraz da olsa dışına çıkabilmektir. Var olan kalıbı birebir en güzel ifadelerle anlatmak değil, kalıbın öteki yüzüne bizi götürebilen ve başka bir hayatın olasılığının umudunu yeşertebilmektedir sanatçıdaki maharet. Belkide bu maharet sayesinde biz küçük insanlar da kendi duvarlarımızı yıkabilecek ve öğretilenin dışına çıkarken yazana (sanatçıya) hayır duası edebileceğiz.
Notlar:
(1)http://tr.wikipedia.org/wiki/%C3%9C%C3%A7_%C4%B0stanbul
(2) Kuntay, Mithat Cemal. Üç İstanbul. Oğlak Yayınları: istanbul, 1998

Yüzük Kardeşliği: Tolkien, Politik Tarih ve Cinsiyetçilik


Baştan söylemek lazım. Bu bir eleştiri yazısı değil; sadece farklı bir “okuma” yapabilme çabasıdır. Fikir, ’in yarattığı dünyayı bir “kaçış” olarak – korkup kaçmaktan çok, güncel dünyadan sıkılıp kaçmaya vurgu yaparak- yorumlanmasını kabul etmiş olması; ancak yarattığı dünyanın iki dünya savaşı ile olan alegorisini reddetmesinden çıktı (1). Bu reddedişin kimi postmodern teorileri sınama şansı sunduğunu fark ettiğimde, Tolkien’i maceranın sürükleyiciliğine kapılmayarak tekrardan okuma gerekliliğini hissettim ve bu yazı da böylece ortaya çıkmış oldu.
Her ne kadar Tolkien, özellikle kitabın ikinci basımının önsözünde, alegori yaptığını kabullenmese de dünyanın politik tarihini bilen hemen herkes, kitabı okurken (veya filmi izlerken) kötülük veya karanlık olarak tarif edilenin kitlesel üretim ve endüstrileşme (mass production and industrilization) olduğunu fark ediyor(du). Bunun da ötesinde gelişen olaylar üçleme içerisinde takip edildiğinde, “birinci dünya savaşı” öncesinden “ikinci dünya savaşı”nın sonuna kadar birçok olayla benzerlik kurulabiliyordu. En açık örnek, kitabın sonunda kartalların (Amerika’nın) gelip müttefiklere yardım etmesiydi.
Tolkien’in karşı çıktığı yorumlamalardan biri ise, kitapta bulunan dinsel, mitolojik ve efsanevi ögelerin çokluğuydu. Zira kendisine göre  kitaplarının başarısızlığının birincil sebebi hem kendi içlerinde bir tutarlılık sağlama çabaları hem de gerçek dünya ile bir ilişki kurma uğraşlarıdır (2). Hatta Hıristiyanlık dahi bu hataya düşmüştür. Hem kendi içinde tutarlı olmaya çalışır hem de gerçek dünyada yol gösterme çabasındadır.
Bu iki karşı çıkış bizi bir ikileme düşürür: ya biz yanlış okuyor ve görüyoruzdur ya da Tolkien her ne yaptıysa bunu bilinçsiz bir biçimde yapmıştır. İşte bu noktada yardımımıza Frederic Jameson ve onun ünlü “” (3) adlı makalesi koşacak. Üzerine biraz da Foucault ve Derrida serpiştirecez. Tuz ve biber olarak da cinsiyetçilik ve feminist söylemler ekleyerek bu ikilemi anlaşılır kılmaya çalışacağız. En sonunda göreceğiz ki düşülen bu ikilem, aslında Frederic Jameson, Foucault ve Derrida’nın bazı söylediklerini gerekçelendiriyor, bir anlamda doğruluyor!!
Bu girizgahtan sonra kısaca üçlemenin ilk kitabındaki bazı noktalara değinelim. Benim ilgimi çeken ilk şey, her ne kadar pek sorun çıkarmasa da Tolkien dünyasında da “para” denilen meretin bulunması ve bazı karakterlerin deSam & Frodoaynen bizim dünyamızdaki gibi para derdinde olması (4). Ancak baştan söylediğim gibi para, kahramanlarımızın uzun yolculuğunda pek de sorun çıkarmıyor. Tabii paranın olduğu yerde efendiler ve kölelerin de olması pek de şaşırtıcı değil. Hatırlanırsa Sam filmin sonlarına dek bir arkadaştan çok “sadık bir uşak” tanımında (5). Bir diğer nokta ise coğrafyanın kendisindeki; şöyle açıklarsam daha doğru olacak: Çizilen harita, Avrasya’nın bir minyatürü gibi ve oryantalist bakış açısı ile modern devrin politik olayları içi içe yerleştirilmiş. Kötülüğün kalbi (Mordor) elbette ki Doğu’da, ama Batı’da bu kötülükle yarışan ve medeni insanlardan çıkmış yeni bir kötülük doğuyor. (Bu da Saruman veya ağır sanayisiyle Almanya) Dünyamızın olguları da aynen kalmış. Kuzey, bildiğimiz kuzey gittikçe soğuyor, güney ise bildiğimiz güney, gittikçe ısınıyor (ve bildiğimiz kadarıyla güneyde çöller var). Kuzayde batı ile doğuyu ayıran Ural Altaylar, bunun biraz güneyinde Kafkas Dağları ve bu dağların batısında dağlar üzerindeki bir ova (Tibet Ovası). Zaman kavramı da bizimki ile aynı. Tüm türler aynı takvimi kullanıyor. Öykünün devamında onca farklı tür ve kültürle karşılaşıyoruz; ama hemen hepsinde ekonomi esas olarak zanaat üzerine kurulu ve ticaret farklı kültürleri kaynaştıran ve refahı arttıran ek bir şey olarak görülüyor. Hepsinde iki  (gender) var; kadın ve erkek. Erkeklerin özellikleri türlere göre, tabii ki zanaatları üzerine kurulu bir biçimde, bir ölçüde farklılaşmış; ancak kadınlar sadece iki tiple sınırlanmış: güzelliğine doyulamayan kraliçe, prenses vs. ile ev işlerini yapan ve yaşlandıkça dırdırı artan “ev hanımı” (6). Gariptir, öykünün tümü cinsel ilişkiyi yok saymış ve seksin olmadığı bir dünya yaratmış. Öpücüğün dahi düşünülmediği, güzelliğiyle başları döndüren kadınlara dokunma fikrinin olamadığı bir dünya… Diğer yandan kahramanlar ne zamanki yeni bir yere gelseler birileri ile karşılaşıyor ya da birilerince karşılanıyor. Tüm bu karşılaşma ve karşılanmalar erkekler tarafından yapılıyor. Yani ev dışında hiçbir kadına rastlamıyoruz tüm hikaye boyunca.
Mordor
Okumalarda biraz da zorlanarak fark edilen bir durum ise, bu kahramanlık öyküsünün aslında muhafazakar bir hikaye olduğu. Herkes eski güzel günlerin özlemini çekiyor ve “ulu amaç” eski hali yaşatmak ve devam ettirmek (7). Kahramanlar ya kral, ya bey ya da bulunduğu şehirdeki zengin bir insan (8). Anlayacağınız mücadele aristokrasiyi koruma adına yapılıyor. Halbuki bu öykü Sauron tarafından okunsa ve kahraman Saruman olsa, karşımıza Fransız İhtilali’ndeki, yenilik isteyen devrim ruhu ve devrimci portreleri çıkar; Gandalf ve takımı ise geriliği isteyen aristokratlar olur.
Aragorn & Arwen
Farklı türler bir arada yaşamıyor. Osmanlı topraklarındaki gibi herkes kendi mahallesine sıkışmış, biri diğerine “öteki” diyor ve tanımıyor. Elbetteki sınır karakolları bu durumun dışında. Örf ve adetlere bağlı olan tüm bu gruplar – veya türler, (Sauroncular hariç) kadim bir geçmişe ve zengin bir kültür kapitaline sahip. Ve aslında hepsi “doğru”nun ne olduğunu biliyor (ideanın içsel olduğu iddiası) ve bu “doğru” yolunda savaşanlara yardım ediyor. Doğru konusunda muhalefete düşüldüğünde, azınlık fikirleri de önemseniyor(muş) gibi yapılıyor ve uzlaşma aranıyor. Tam da istenilen demokrasi şekli. Diğer yandan kötülerin ya kafaları karışmıştır ya da sadece kötüdürler.
Toplumsal birkaç şey daha var ki değinmeden geçemeyeceğim. Bu yepyeni dünyada “başlık parası” var (9). Soy sop da müthiş derecede önemli. Hükmetme, hak etme, görev vb. gibi konularda, soy sop çok ciddi bir “meşruiyet aracı”. Yüzük Frodo’ya Frodo olduğu için değil, Bilbo’nun varisi olduğu için geçiyor. Bu konudaki karşı çıkışlar ise ariflerce “kaderimsi” bir algılayışla açıklanıyor. Okurken bir an kendimi Mardin’in herhangi bir köyünde hissettim. Yani anlayacağınız Tolkien dünyasının, bildiğimiz dünyanın 1000-1500 yılları arasından bir farkı yok. Ve üstelik dünyanın (ve ülkemizin) hala büyük bir kısmı Tolkien dünyasında yaşıyor!!
Gandalf
Bunca alegoriye ve klişe sınırlara rağmen, hala nasıl oluyor da Tolkien, kitabının bu dünya üzerine kurulu olduğu gerçeğini yadsıyabiliyor? Cevap basit. Her ne kadar itiraf edemesek de algılarımız toplumdaki bazı fikir ufukları ile sınırlanmış durumda. Mesela, mekan ve zaman olmadan düşünemeyiz (anlatılarda mekanı kısmen de olsa silebilmiş / bulanıklaştırabilmiş tek kişi Kafka sanırım, bir de Alan Robbe-Grillet’nin zamanı silikleştirdiği söylenir ama ben okumadım) ve ne yazık ki hepimiz dışarıdaki “şeyleri” zaman ve mekana oturttuktan sonra belirli formlara sokarız. Her ne kadar Sezen Aksu “beni kategorileştirme” diye haklı bir serzenişte bulunsa da, hepimiz algılarımızı diğer algılarımızla benzeştirir, farklılaştırır ve böylece kafamıza işleriz ki bu algılarımızın hepsinin kendini değil “gösterenlerini” biriktirebiliriz. Basitçe söylersek, hiçbirimizin kafamızda tek bir su algısı yoktur, su denilince “su” kavramını işaret eden bir çok “gösteren” () (bir kaynak görüntüsü, h2o, şişe, akarsu, deniz vs. Görselleri ve duyularının tümü) ile suyu algılarız.
Frederic Jameson’a göre tüm anlatılar üç semantik ufuk ile çevrilidir. En geniş çerçevede  vardır. Sonraki aşama zaman sınırları daha az olan sosyal tarih ve süregelen çıkar çatışmasıdır. Üçüncü ufuk ise üretim araçları (modes of production) üzerinde ortaya çıkan bilinç formlarıdır (10). Burda çok kısa bir biçimde değinmiş olacağız belki ama bu üç semantik ufuk, Tolkien’in gerçek dünya ile olan alegorisini açıklamaya yetecek. Zira Jameson’a göre bilinçaltı diye bir şey var ise, Platon’un ideları gibi, bu bilinçaltındaki “şeyler” bizim bilinçli dünyamızın sınırları dışındadır. Yani onları söz ile dile getiremeyiz ve bu nedenle de düşünemeyiz. Bu nedenle Freudyen bir psikolog ile hastası arasında geçen “tedavi(cure)” işi yalandan başka bir şey değildir. Aynı şekilde marxist görüşün savunduğu “bilinçsiz halkı” (false consciousness) bilinçleştirmek gibi bir durum yoktur; zira yanlış “bilinç değil”, “politik bilinçsizlik” (şuursuzluk) mevcuttur. Bu politik şuursuzluğumuzdan ötürü herhangi bir anlatı işine giriştiğimizde, şuursuz bir biçimde semantik ufuklar ile kısıtlanır, iç içe geçer ve bireysel bir yazı (text) oluşturmak yerine, kolektif bir yazı ortaya çıkarmış oluruz. Ve aslında yazdığımız her şey önceki ve sonraki insanların ürettikleridir.
“Dünyanın sonunu düşünmek, kapitalizmin sonunu düşünmekten kolaydır.” sözü bu durumu tam anlamıyla açıklıyor. İnsan, fikri olarak iç içe geçtiği ufuklardan sıyrılamıyor. İnsan beyni (mind), Tolkien gibi yepyeni bir dünyaDünyanın Sonu yaratmaya kalkışsa dahi, “parasız bir dünya” düşleyemiyor; fakir ve zengin ayrımının olmadığı mekanı kurgulayamıyor; kadın ve erkek dışında cinsiyetleri kabullenemiyor; rollerinden sıyrılmış cinsiyetlerin yaşayacakları bir “yaşamını idame ettirebilme gerçeğini (ya da hayalini)” yaratamıyor. Kendini ne kadar zorlasa da tarihteki politik olayların sırasını büyük ölçüde değiştiremiyor. Mesela uzun bir zaman en eski medeniyetin Mısır olduğu sanıldı. Ancak doksanlardaki kazı çalışmaları Sümerlerin daha eski olduğunu söylese dahi, hala birçok insan Mısır’ı daha eski biliyor ya da algılıyor mu demek gerek?
Foucault’nun  kavramı ise Yüzüklerin Efendisi anlatısına karikatürsel boyutta cuk diye oturuyor. Zira bilgi- ilişkisi, toplum tarafından reddedilme / aşağılanma cezalandırılmaları ve gözetlenmenin etkileri romanın (destan daha doğru sanırım) her sayfasında kendini gösteriyor. Bilbo yapmak istemediği şeyi (yüzükten ayrılmayı), Gandalf’ın arifliğinin karşısında yapıyor; Frodo gözetlenme, izlenme korkusundan eriyip bitiyor; yer yer kahramanlar “korkak” sıfatını yememek için ölüme yollanıyor vs. vs.
Sonuç olarak Tolkien dünyası, insanın anlatılarda fikri ufuklara ne denli bağlı olduğunun (daha doğrusu mahkum olduğunun) bir ispatı gibi. Aynı zamanda iktidar kavramının reddedilemeyecek bir biçimde beyne işlenmiş olduğunu gösteriyor. Cinsiyet (gender) teorilerinin azımsanmayacak şekilde var olduğunu ve hem “kadın” hem de “erkek” modellerinin sil baştan yaratılan bir dünyada dahi aynı kaldığını gösteriyor bize (11). Tüm bunların romanın ve filmlerin popülerliğiyle beraber düşünülmesi esasında biraz da korkutucu bir manzara çıkarıyor karşımıza. Zira bu kitapların bu denli popüler olmuş olması (ünlü olmasından bahsetmiyorum, kitlelere ulaşmış ve beğenilmiş olmasından bahsediyorum), Tolkien’in insanların kolektif bir biçimde üretmiş olduğu alt içeriklerden sıyrılmamış olduğunu gösterir ve aslında hepimizin “para”, “efendi-köle”, “cinsiyet”, “soy-sop” gibi unsurları kabullenmiş olduğumuzu gösterir.
Yazan: Emin Saydut
Notlar:
(1) Deniz Erksan, Yüzüklerin Efendisi, , “Çevrilmiş bir yapıta Önsöz”. Metis yayınları: İstanbul, 1996. 14
(2) Tolkien’nin bu yorumlarını (karşı çıkışlarını) Wikipedia’dan, kitapların önsözlerinden okudum ve ayrıca İngiliz ve Amerikan Edebiyatı hocasından duydum. Daha da derinlemesine gidilmek istenirse, Tolkien’in yazmış olduğu“On Fairy Stories” adlı  bulunup okunabilir.
(3) Ben bu makaleyi Terry Eagleton ve Drew Milne’in beraber derlediği “Marxist Literary Theory, Blackwell, 1996” adlı kitaptan buldum. Sayfa 351-374
(4) Bir örnek için Bkz. Tolkien, J.R.R, Yüzüklerin Efendisi birinci kısım Yüzük Kardeşliği. çev. İpek, Çiğdem Erkal. Metis yay: İstanbul, 1996. 37-38
(5) Bkz. Tolkien, J.R.R, Yüzüklerin Efendisi birinci kısım Yüzük Kardeşliği. çev. İpek, Çiğdem Erkal. Metis yay: İstanbul, 1996. 276-278. Sam, şölende bile rahat edemiyor; zira efendisini memnun etmek onun için çok önemli
(6) İlk kitapta dört kadın geçiyor. Birincisi kıskanç, “dırdırcı” Lobilia; ikincisi güzel ve ev işleri ile meşgul Nehrinkızı Altınyemiş; üçüncüsü güzelliği dillere destan Arwen; dördüncüsü ise Elf Kraliçesi Galadriel.
(7) Bence bu çok açık bir şey. Tek tek cümlelere referans vermeye gerek görmedim.
(8) Aragorn: kral, Gimli: paşa çocuğu, Gandalf: arifler divanından, Legolas: kendi kralının buyruğu, Frodo: zengin Bilbo Baggins’in evlatlığı vs. vs. ki kitapta geçen tüm karakterler ortamın en ağır abileri. Pippin ile Merry ikinci kitapta ormanda kayboluyor ve Ormanın Efendi Ağacı onları buluyor vs.
(9) Bkz. Bkz. Tolkien, J.R.R, Yüzüklerin Efendisi birinci kısım Yüzük Kardeşliği. çev. İpek, Çiğdem Erkal. Metis yay: İstanbul, 1996. 239
(10) Eagleton, Terry; Milne, Drew. Marxist Literary Theory. Blackwell Publishers: Oxford. 1996. 352
(11) Gerçi Ursula K. Le Guin bu konuda bazı açılımlar yaptı.

Percussinna’da Bir Küçük Prens

1943’te yayımlanan “Küçük Prens” adlı mini roman dünyayı ikiye ayırır: büyüklerin dünyası ve küçüklerin dünyası. Yazar  bu iki dünyayı birleştirmede sembolik rehberler konumlandırır.  ise 1513’te1 yazdığı “Prens” isimli kitabında, kendi prensine “küçük” olmaktan çıkıp “büyüklerin dünyasına” girme yolunda rehberlik eder. Bu yazının amacı rehber konumundaki Machiavelli ile Küçük Prens adlı kitaptaki sembolik figürler arasındaki benzerlikleri bulup tartışmaya açmak ve Machiavelli söylemlerinin gündelik yaşamdaki yerlerinin görmezden gelinemeyecek kadar fazla olduğunu göstermek ve bu söylemlerin 1513’ten bu yana nasıl bir yol aldıklarını gözlemlemek olacaktır..
“İnsan gerçekleri sadece kalbiyle görebilir” (1) tümcesi çocuklara verilen yegâne yaşam öğüdüdür. Ancak çocuk “büyüklerin” dünyasına girdikçe “olan” ile “olması gereken” arasında büyük bir fark görmeye başlar ve büyüklerin dünyasını “şu büyükler çok tuhaf” (2) cümlesiye anlamadığını gösterir. Esasen günümüzün Machiavelli’ye bakış açısı tam da bu yöndedir. Çok eski kaynaklardan gelen “erdem” kavramının “olması gereken” üzerine yoğunlaşıp bunu gündelik pratiklerden ayrımsamak hala hepimizin yaptığı bir şeydir. Machiavelli ise bu kavramı kendine göre yeniden tanımlamış ve “olan” üzerine yeni bir anlayış geliştirmiştir (Prens, XV-XVIII). Ona göre erdem, siyasal iktidarı elinde tutan kişinin bir sorun karşısında en uygun kararı en yerinde önlemi alabilme yeteneğidir (3). Esasen günümüz modern bireyi Machiavelli söylemlerinin esiri olmuştur; ancak “sorun karşısında en uygun kararı” Machiavelli’nin önerdiği kadar zekice ve geniş bir anlayışla bulmayı becerememektedir. Örneğin Prense verilen “Bilge bir prens, yurttaşlarının her zaman ve her durumda devlete ve kendisine gereksinme duymalarını sağlayacak biçimde davranmalıdır; bu durumda  hep bağlı kalır ona.” (4) öğüdü “Küçük Prens” kitabındaki pilotun, prense verdiği “bağlaman için bir ip ve bir direk de çizerim”, “Ve eğer onu (koyunu) bağlamazsan başıboş kalır ve kaybolur” (5) öğüdüyle benzerdir. Pilot (Machiavelli), prense koyunu (halkı) bir ip ve direkle (davranışlarıyla), kontrol etmesini yoksa kaybolup kurtlara yem olacağını söyler. Koyun için de iyi olan budur ve koyun bunu kabullenir ve2 hatta sahibine bağlılık duyar. Ancak pilotun unuttuğu bir şey vardır, Küçük Prensin geldiği yerde koyunun bir ipe ve direğe ihtiyacı yoktur. Bu durum, hali hazırdaki “koyunu bağlama” alışkanlığının, koşulların değişimini fark edilmesini engelleyecek denli içselleştirilmiş olmasından kaynaklanır.
Saint-Exupery’nin prensi sahip olduğu ve ilgilenmesi gereken tek canlının (bir gülün) kaprislerinden ve onunla ilgilenirken çıkan sorunlardan sıkılır ve kendi 3küçük dünyasını terk eder ve böylece küçük prensin yolculuğu başlar. Bu Machiavelli’nin İtalya’daki prensliklerini kaybedenler için söylediği “kendi miskinliklerini suçlamaları doğru olur” (6) sözünü anımsatır. Zira onlar da kendi tebaalarını yönetirken kimi zaman doğru kararları verememişler, bundan dolayı kaçmışlar ve halkın üstün gelenlerin aşağılamasından bıkarak kendilerini tekrardan yönetime çağıracaklarını ummuşlardır (Il Prens, XXIV).
Küçük Prensin gittiği ilk gezegende tek başına duran bir kral vardır. Bu kral verdiği emirlere çok dikkat eder ve yönettiklerinin yapamayacakları emirleri vermekten sakınır. Mesela “Bir generale martıya dönüşmesini emredersem ve general bu emre uymazsa suç onun değildir. İmkânsız bir şeyi yapmasını istediğim için, suç benimdir.” (7) veya “Emirler,4 yerine getirilebilir şeyler olmalıdır. Otoritenin temeli mantıktır” (8) söylemleri, Machiavelli’nin sırf eli açık görünmek için halkı ağır vergiler ile zorlamanın yöneticiyi tahtından bile edebileceği görüşü benzerdir (Il Prens XVI). Ancak Machiavelli prens adaylarını, halkın veya kendi hizmetkârlarının isteklerine göre davranma konusunda uyarır. Tek öğüdü, özellikle halk sayesinde tahta geçen prensler için, halkın sevgisini kazanmanın önemli olduğudur (Il Prens IX). Küçük Prensteki hükümdar ise yönettiklerinin isteklerine öyle boyun eğmiştir ki yönetmekten çok yönetilmektedir.
İkinci gezegenimiz ise kendini beğenmiş bir adamdan ibarettir. Bu adam hayran olunmaya öyle kafayı takmıştır ki bunun dışındaki hiçbir şeyden haberdar 5değildir. Machiavelli prens adaylarının hayran olunmaya karşı belirli bir ilgilerinin olduğundan bahseder ve bunun saygınlık oluşturmak için iyi bir şey olduğunu da ekler. Ancak dalkavuklardan korunmak için kitabında tam bir bölüm ayırır (Prens, XXIII). Ona göre prensin yanında, dalkavuk yerine güvenilir bilge kişiler seçmesi en uygunudur ve prensin sürekli olarak bu kişilere danışması gerekir.
Küçük Prensin uğradığı üçüncü yerde ise ayyaş olduğunu unutmak için sürekli içen bir adam vardır. Kendi hatası dolayısıyla gelişen kötü bir durumun kısır döngüsündedir bu adam. Machiavelli, Prens adaylarına verdiği “erdem kavramı” ile onları böylesine bir kısırdöngüden kurtarır. Mesela Prens yeri geldiğinde sözünü tutmayabilir ve bu durum nedeniyle utanması gerekmez. Machiavelli’nin söylediği daha çok “doğru söyleyen bir adam” gibi görünme gerekliliğidir (Prens XVIII). Diğer yandan Machiavelli şu sözünde her şeyi açıklar: “Prensin devletini yitirmesine yol açacak kusurların, utancından kaçınmayı bilecek denli uyanık olması gerekir; devletini yitirmesinden yol açmayacak olanlardan da elinden geliyorsa kaçınması doğru olur; ama elinden gelmiyorsa, fazla önemsemeden kendini verebilir bunlara, hele onlar olmaksızın devletini zorlukla kurtarabileceği kusurların doğurduğu utançtan gocunmasın, çünkü her şeyi iyi değerlendirecek olursa erdem gibi gözüken bir şeye uymasının onun için yıkım olacağı, kusur gibi görünen bir başka şeye uymasını ise ona güvence ve iyilik getireceği görülür (Prens, XV)”.
6 7
Dördüncü gezegenimizde ise sürekli çalışan bir işadamı vardır. Aslında Machiavelli için söylenen “amaç için her şey mübahtır” sözünü oldukça abartmış ve para kazanmak için kendi bedensel dengesini kaybetmiş, sağlığını bozmuş ve hatta doğayı kapalı bir kutuya koyup satmak gibi dünya yaşamını tehlikeye atan sonuçlara varmıştır (9). Ana amacı unutup, aracı amaç haline getiren bu adam, modern bireyin karşılaştığı yükümlülüklere Machiavelli kadar “haince” yaklaşır ve en az onun kadar her şeyi mübah görür. Ancak baştaki tezimizde belirttiğimiz gibi, bu tipik  Machiavelli kadar geniş düşünemez ve aldığı kararlar global olmaktan çok, yerel kalır. Machiavelli ise Prense daima bütünü düşünmesi gerektiğini öğütler.
Beşinci gezegende anlamına bakmadan çalışmayı sürdüren bürokrasiye yenik bir işçi tipi çıkar karşımıza (10). Aslında bu Weber’in “irrationality of rationality” kavramıyla ilintilidir. Machiavelli koşullar aynı kaldığı sürece yönetmeliklere uyulması gerektiğini belirtir, ancak koşullar değiştiğinde de verilen sözlerin çiğnenebilir ve yönetmeliklerin değiştirilebilir olduğu konusunda uyarısını (ve hatta gerekliliğini) vurgular (Prens, XVIII).
8
Altıncı ve son küçük gezegende Taylor ve Weber’in kuramlarından alıntı kavramlar için güzel bir metafor ile karşılaşırız (11). Tamamen uzmanlaşmayı savunan bir coğrafyacının, kendini kâşiften ayırmasını ve Marx’ın alienation hastalağına düşerek, yaptığı işten tamamen soyutlanmış olduğunu görürüz. Coğrafyacı dere görmeden dereyi çizmekte, dağı bilmeden dağları resmetmektedir. Hiçbir yeri bilmeden harita çizmeye çalışır. Machiavelli kitabının ilk bölümlerinde prensliklerin durumunu ve koşullarını değerlendirir ve verdiği tüm öğütler bunlara dayanır. Temel olarak prensin tahtına nasl geçtiği, ne tür bir halk ile karşı karşıya olduğu ve nasıl bir coğrafya ve üretim ilişkilerine haiz olduğunu değerlendirip bu değerlendirmeler sonucunda karar verilmesi gerektiğini vurgular. Machiavelli’ye göre Prens sadece tahtında oturmamalı, aynı zamanda tebaasını çok iyi tanımalı ve gündelik kararlarını buna göre vermelidir (Prens I, II, III, V, VI, VII, IX, XI, XX).
Küçük Prens büyüklerin dünyasına direkt olarak girmez ve ilkin çöle iner. Çölde bir yılan ve tilki ile karşılaşır. Tilki ile konuşmalarında “evcilleştirmek” ve “bağ kurmak” konularına değinirler (12). Machiavelli (tilki) prens adaylarına (Küçük Prense) halkı (hayvanları, tilkiyi) değişik yöntemlerle evcilleştirmek gerektiğini; ister silah zoruyla, ister sevgi ile onlarla kendi arasında bir bağ kurması gerektiğini değişik bölümlerde belirtir (Prens, XVII, XX, XIX, XXI).
9
Küçük Prens’i okuduğunuzda, farkettiğiniz ilk şey “büyükler dünyasının” Machiavelli’nin belirttiği “olması gerekenler” ile dolu olduğu, ancak bunların Machiavelli’nin belirttiği kadar zekice tasarlanmadığı ve birçok söylemde tıkılı kalındığıdır. Yazının başından beri göstermeye çalıştığımız söylemlerdeki benzerlikler ve farklar bu durumu göstermektedir. Eski Yunan’ın cosmos (evren) ile bütünleşik ve olanların dışında olması gerekenler üzerine kurulu felsefesinin, Machiavelli ile başlayan  sürecinde, “çocukluğa” hapsedilmiş olduğunu görürüz. Machiavelli Prens’i yazdığında (1500s), ileri sürdüğü fikirler barbarca ve kabul edilemez görülmüştü ve birçok prens bu şekilde yaşamayı reddetmişti. Ancak Saint-Exupery 1943’te Küçük Prens’i yazdığında, Eski Yunan felsefesinin çocuklara özgü olduğu bir ortam vardı. Yaklaşık beş yüz sene içerisinde Machiavelli’nin koşullar arasında amaca giden en doğru seçeneği bulma diye şekillendirdiği “Erdem”, hâkim söylem olmayı başarmış görünüyor. Küçük Prens’teki iş adamı, ayyaş, yalnız yönetici, fenerci ve coğrafyacı günümüzdeki belirli alanların düştükleri durumların metaforlarıdır. İşletme teorilerinin, “önemli olan uzun vadede kar elde etmek” sloganı, beyaz yakalıların “kendi konusunda uzmanlaşma” takıntıları gibi durumlar, çocuk dünyası ve büyük dünyasındaki değerler sistemi değişimini doğrular niteliktedir.
Saint-Exupery’nin yazmış olduğu kitabın son bölümünde, Küçük Prens’in yankısı ile konuşması ve yalnızlığı hissetmesi ile karşılaşırız. Yalnızlık imgesinin günümüzün bireyi ile kurduğu bağlantı ve Machiavelli’nin “prensin yalnız olması” idealleri benzerlikler gösterir. Var oluş ile bilginin bağlanmasından çok (’in varlığı bilgiye dayandırması), yaşam şekillerindeki değerlerin değişmesine bağlı bir yalnızlık durumundan bahsetmek bu bağlamda daha doğru olacaktır. Machiavelli bilgiye dayandırarak kendi Prensinin yalnızlığını (olması gerektiğini) söylerken, günümüz bireyi yaşam şekillerinden ötürü (olmaması gerektiğini bilmesine rağmen) yalnızdır.
Küçük Prens ile Prens kitaplarında yakalanan söylemlerin benzerlikleri ve bu söylemlere atfedilen değerlerin sorgulanması, modernizmin aldığı yolu gösterir. Eskiden kaba ve saba görülen değerler ve yaşama şekilleri (koşullar değişince sözü tutmama, çok çalışma ve doğaya sırtını dönme, uzmanlaşma vs.) günümüzün “büyük dünyası”nın gerçeği olmuştur. Önceki yüzyılların onur, saygınlık, erdem, çıkarsız iyilik gibi kavramları ise modern dünyanın  öyküleridir.
Notlar:
(1) Saint-Exupery, Antoine de. Küçük Prens. İstanbul: Mavibulut, 2007. 74
(2) Saint-Exupery, Antoine de. Küçük Prens. İstanbul: Mavibulut, 2007. 49
(3) Teksoy, Rekin. Prens. İstanbul: Oğlak Yayınları, 1999. 21
(4) Machiavelli, Nicolo. Prens. İstanbul: Oğlak Yayınları, 1999. 116
(5) Saint-Exupery, Antoine de. Küçük Prens. İstanbul: Mavibulut, 2007. 16-17
(6) Machiavelli, Nicolo. Prens. İstanbul: Oğlak Yayınları, 1999. 214-215
(7) Saint-Exupery, Antoine de. Küçük Prens. İstanbul: Mavibulut, 2007. 39
(8) Saint-Exupery, Antoine de. Küçük Prens. İstanbul: Mavibulut, 2007. 40
(9) Saint-Exupery, Antoine de. Küçük Prens. İstanbul: Mavibulut, 2007. see pages 46-49
(10) Saint-Exupery, Antoine de. Küçük Prens. İstanbul: Mavibulut, 2007. see pages 50-53
(11) Saint-Exupery, Antoine de. Küçük Prens. İstanbul: Mavibulut, 2007. see pages 53-58
(12) Saint-Exupery, Antoine de. Küçük Prens. İstanbul: Mavibulut, 2007. see pages 66-73
Referanslar
1. Machiavelli, Nicolo. Prens. Çev. Rekin Teksoy. İstanbul: Oğlak Yayınları 1999
2. Saint-Exupery, Antoine de. Küçük Prens. Çev. Yaşar Avunç. İstanbul: Mavi Bulut Yayınları, 2007
3. Descartes, Rene. Meditations on First Philosophy. Trans. John Cottingham. New York: Cambridge, 1996
Online Referanslar
2. Cosmos